18 Nisan 2015 Cumartesi

Kadıköy’ün simgesi: Boğa Heykeli



Kadıköy’ün simgesi, Altıyol’un birleştiği, İstanbulluların buluşma noktası ve bir efsane Boğa Heykeli… İstanbul'a ilk gidişimde hem gezme imkanı bulduğum, hem de bu imkan dahilinde yolumu kendi başıma bulabilmeyi başardığım ilk yer Kadıköy oluyor. Bana en çok yardımcı olan ise şüphesiz ki Boğa Heykeli. Boğa Heykeli'nin hikayesi ise tahminimden çok daha ilginç çıkıyor. Daha da ilginç olan, heykelin hikayesini sorduğum İstanbullu ve hatta yıllardır Kadıköy'de yaşayan hiç bir arkadaşım aslında bu uzun ve saygıdeğer hikayenin aslını bilmiyor. 

Savaş'ın boğası

1800’lü yıllarda, Almanya ve Fransa arasında gidip gelen küçük bir bölge olan Alsas Loren 1860’larda tekrar Fransa’nın eline geçer. Fransızlar Almanları dize getirmenin sevinci ile bu bölgeye bir anıt heykel dikme girişiminde bulunurlar. 

O dönem Paris’in en önemli heykeltıraşlarından biri olan Isidore Bonheure ve T. Roulliard’a proje verilir. Daha çok hayvan heykelleri yapan bu sanatçılar Fransızların Almanları azgın bir boğa gibi ezip geçtiğini ima etmesi için bu boğa heykelini yaparlar. Heykel büyük bir özgüvenle Alsas Loren’e dikildikten birkaç yıl sonra 1870 yılında Almanya tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Bismark, Alsas Loren için Fransa’ya savaş açar. Sonuç olarak Almanlar birkaç yılda çok büyük bir ordu toplayıp Fransa’nın üstüne gider ve Alsas Loren’i de topraklarına katar. Fransa’nın Almanları korkutması amacıyla dikilen boğa heykelini Almanlar ganimet olarak alıp başkentlerine götürürler. Yaklaşık kırk yıl Almanya’da kalan heykel nereleri süsledi, nerelerde o kızgın bakışlarını etrafa savurdu şu an için kesin bir bilgi yok. Ancak heykel,  II. Abdülhamit ile başlayan ve İttihat ve Terakki Partisi’nin başa geçmesi ile güçlenen Osmanlı-Alman ilişkileri sırasında Alman imparatoru II. Wilhelm tarafından İttihat ve Terakki Partisi’nin başındaki Enver Paşa’nın sarayının bahçesine yerleştirilir.



1.Dünya Savaşı’nda Osmanlı-Alman birliğinin timsaline dönüşen Boğa Heykeli savaş sonunda yenilgimizle ve Enver Paşa’nın yurt dışına çıkması ile unutulur. 1953 yılında Hilton Oteli’nin yapılmasıyla heykel, duvarlar ardındaki saraylardan çıkarılıp otelin bahçesine konur.

Alsas Loren'den Kadıköy'e bir uzun yolculuk

Burada da çok uzun durmaz veya durdurulmaz. Harbiye’deki Lütfi Kırdar Spor Salonu önüne, çevresine ve kendine umarsız bir vaziyette konur. Kamu ile ilk karşılaşması ve yoğun ilgi görmesi de bu zamana rastlar. Anlaşılan o ki burada da yeri beğenilmez, Taksim Gezi Parkı’na yerleştirilir. Artık bir orada bir buradadır. 1969 yılında Taksim Gezi Parkı’ndan alınarak Kadıköy’e getirilir. Beşiktaş İskelesi’nin arkasındaki eski kaymakamlık binasının önüne yerleştirilir ama o da olmaz. 1987 yılında nihayet gerçek yerini bulur. Kadıköy Altıyol. Alsas Loren’den başlayan şanlı şerefli tarihi unutulmuş, belli bir yeri yurdu olmayan, birkaç senede bir taşınan, fotoğraflarının çekildiği, üzerine binme girişimlerinin yaşandığı, üzerinin kazınmaya çalışıldığı, yazıların yazıldığı eğlencelik bir heykel haline dönüştürülür. Halbuki aynı dökümhaneden çıkmış ve heykeltıraşı Thiebaut tarafından yapılan Emirgan’daki Sakıp Sabancı’ya ait Atlı Köşk’ün atı ise halinden oldukça memnun Picasso ve Dali’leri karşılamaktadır. Boğa Heykeli’nin bir diğer kardeşi ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin önünde bulunan Aslan Heykeli’dir.


Bugün Kadıköy’ün kalabalıklığının içinde artık görülemeyecek bir hal alan boğa heykeli, estetik güzelliğinden bahsedilmeyi bırakın yön gösterme aracına dönmüştür. Boğa Heykeli’nden sağa veya sola terimleri Kadıköy Altıyol’da çokça duyabileceğiniz bir cümledir artık. Alsas Loren’in o ürkütücü canavarı artık yaşlanmış, köklerinden uzaklaştırılmış ama hala eski estetiğini üzerinde barındıran bir heykel olarak hala başını eğip çevresine selam veriyor.



15 Nisan 2015 Çarşamba

'Dünyanın Merkezi'ne yolculuk: Sivrihisar


Ani bir kararla yollarına düştük Dünyanın Merkezi’nin. Bu seferki gezimde bana eski iş arkadaşım Gökhan eşlik etti. Gökhan’ın Sivrihisarlı olması da gezi boyunca birçok bilgiyi birinci ağızdan almamı ve Sivrihisar’ı daha yakından tanımamı sağladı. Gökyüzüne kadar uzanan, adeta ilçenin kendinden büyük sarp kayalıklarında beraber dolaştık. Cimri tabirini yapıştırmayı pek bir sevdiğimiz Sivrihisarlıların evlerinde yedik içtik, onlarla güldük ve eğlendik.


Sivrihisar, Eskişehir’in en büyük ilçesi ve merkeze sadece 100 km uzaklıkta. Otogardan saat başı kalkan Sivrihisar arabalarından birine Pazar sabahı saat 9’da biz de biniyoruz. Araba yarı yarıya dolu. Sıcakkanlı şoförümüz Mustafa ağabey ile 1 saat 15 dakika süren yolculuğumuza İbrahim Tatlıses’in Leylim Ley türküsüyle başlıyor yine imparatorun başka bir parçasıyla son veriyoruz.

Sivrihisar deyince akla, şüphesiz ki ilçeye de adını veren dik kayalıklar geliyor. İnsana sanki gökyüzüne uzanıyormuş hissi veren bu dik kayalıklar, Sivrihisar’ın hangi sokağına girerseniz girin mutlaka bir şekilde karşınıza çıkıyor. Sivrihisar, tipik bir Anadolu kenti. Evleri de daha çok bizim tarihi Odunpazarı evlerimize benziyor.



Nasrettin Hoca, Yunus Emre, Hızır Bey, Kral Midas gibi birçok önemli ve büyük ismin de bu ilçeden çıktığı iddia ediliyor. İlçeye Selçukluların yerleştiği dönemde, Sivrihisar’ın o günkü adı Karahisar, ilçeye birçok camii, medrese, hamam gibi eserler yapılmış. Sivrihisar’daki tarihi yapıların büyük bölümü ilçe merkezi etrafında toplanmış durumda. Sabahın erken saatlerinde ilçeye gelirseniz gün içinde tüm bu yerleri gezip görmeniz mümkün.



Bizim ilk durağımız ise Sivrihisar’ın sarp kayalıkları üzerinde bulunan ve bakıldığında hemen yanındaki Türk Bayrağı ile ilçenin hemen her yerinden görülmesi mümkün olan Tarihi Saat Kulesi oluyor. İlçe Kaymakamı Mahmud Bey tarafından 1899 yılında yaptırılan saat kulesinin içinde pirinçten yapılmış bir çan bulunuyor. Bu çan ayda bir kurularak saat kulesinin çalışması sağlanıyor. Saat Kulesi’nin bulunduğu tepeden ise tüm Sivrihisar’ı görebiliyorsunuz. Ancak araba ile gitmenin mümkün olmadığı kuleye tırmanmanın, ertesi günkü ayak ağrılarıma dayanarak, çokta kolay bir şey olmadığını baştan belirtmeliyim.



Saat Kulesi’nin ardından Sivrihisar’ın taş sokakları ve tarih kokan evleri arasında ilerlemeye devam ediyoruz. Merdivenlerinin hemen yanında ön camına TRT amblemi yapıştırılmış siyah bir araba bulunan eski, üç katlı bir evin önüne geliyoruz. Bizi, sesimizi duyarak evinin penceresine çıkan bir adam karşılıyor. Sonradan 43 yıllık bir gazeteci olduğunu öğrendiğimiz bu esmer, uzun boylu ve zarif beyefendinin daveti üzerine evine giriyoruz. Aydoğan Altın 63, evi ise 137 yaşında. Bu yüzyılı devirmiş sıcacık evde Aydoğan beyle birlikte bizi Fatma teyze de karşılıyor.



Fatma teyze tabir yerindeyse Sivrihisar’ın kırık ve çıkık ustası. Anlattığına göre yıllarca tüm komşularına o bakmış, hastalıklarını iyileştirmiş. Aydoğan ağabeyden gazetecilik, Fatma teyzeden ise kırık kolu yerine geri oturtmanın sırlarını öğrendikten sonra bu sefer de Sivrihisar’ın kadınlarının tandırına gidiyoruz.

6 kadın… Ufacık bir odada buluşmuş, tandırda gözleme yapıyorlar. Kahkahaları tandırın tahta kapısının ardından duyuluyor. Tandırın ateşinden mi, bu güzel kadınların neşeli sohbetinden midir bilmem, içerisi sıcacık. Karnımızı bu hamarat kadınların lezzetli ve sıcacık gözlemeleriyle doyuruyor, hep birlikte gülüp eğleniyor ve gezimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Her yıl çok sayıda turist tarafından ziyaret edilen Ermeni Kilise’ne gidiyoruz. Ermeni Kilisesi 1881’de Sivrihisar’da yaşayan Ermeniler tarafından yapılmış. Taş malzemeler kullanılarak yapılan çapraz şekildeki bu binanın ortasında büyük bir kubbe, kubbenin köşelerinde ise iki büyük çan var. Kilisenin giriş kapılarının üzerinde melek şekilleri ve hac işaretleri bulunuyor. Ayrıca yine kilisenin duvarlarında birçok yazıt ve kitabeye de rastlamak mümkün.



Ermeni Kilisesi’nin karşısındaki kayalıkların tepesinde ise Gavur Hamamı bulunuyor. Yine Ermenilerden kalan ancak günümüzde genç aşıkların duvarlarını duygularını dile getirmek için kullandıkları bu hamam, bakımsız ve unutulmuş görüntüsüyle ziyaret edenleri hayal kırıklığına uğratıyor. İlçe halkı Zaimağa Konağı ve Ermeni Kilisesi’nden sonra buranın da Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore edilmesini istiyor.



Son durağımız Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın restorasyon çalışmalarını yeni bitirdiği ve ilçe halkının gözbebeği durumundaki Zaimağa Konağı. Bakanlar Kurulu, Anadolu’da ilk kez bu konakta, ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün de katılımıyla bu konakta toplanmış. Atatürk’ün Konağı olarak da bilinen Zaimağa Konağı, diğer birçok eser gibi yine ilçenin merkezinde yer alıyor. Sivrihisar’dan Eskişehir’e giden son otobüsün akşam saat 6’da olması sebebiyle biz Zaimağa Konağı’nın yeni restore edilmiş iç yapısını göremeden geri dönmek zorunda kalıyoruz. Ancak olur da bir gün sizin yolunuz Sivrihisar’a düşerse konağın kapısının kitli olmasına aldanmayın. Jandarmayı arayın, onlar gelip sizin için kapıyı açıyor, ziyaretiniz boyunca da size eşlik ederek konak hakkında bilgiler veriyor.



Sivrihisarlılar ile ilgili halk arasında dolaşan pek çok tabirden biridir, 8 kilo yoğurttan 9 kilo darı çıkartmak… Ben, Sivrihisarlı insanlar için bu tip yakıştırmaları uygun görenlere Sivrihisar’a gitmelerini, bu insanların evlerine konuk olmalarını ve onlarla aynı masadan bir kez olsun yemek yemelerini tavsiye ediyorum. Aydoğan Ağabey ve Fatma teyzeye benden selam söylemeyi de unutmayın lütfen.



10 Nisan 2015 Cuma

Ege’nin incisi: İzmir’in ilçeleri


Ege’ye kısa süreli zorunlu uğramalar dışında ilk kez gitme imkânı buluyorum. Rotam sırasıyla İzmir’in ilçe ve bu ilçelere bağlı köyleri olan Selçuk, Efes, Şirince, Urla, Çeşme, Alaçatı ve aslında Aydın’a bağlı olan ancak İzmir’e de oldukça yakın bir konumda bulunan Kuşadası’nı kapsıyor. 3 günlük kısa ilçe gezimde Kuşadası ve Çeşme’de birer gece konaklıyor ve denize girme imkânı buluyor, ardından ise birbirinden güzel anılarımla yeniden evimin, Eskişehir’in, yolunu tutuyorum.  


Buram buram tarih kokan bir bölge: Efes

Efes, İzmir’in Selçuk ilçesinde yer alan ve M.Ö 6000’li yıllara yani taş devrine dayanan bir Antik Kent’tir. Çok sayıda turisti kendine çekmeyi başaran bu kenti yılda ortalama 1.5 milyon yerli ve yabancı turist ziyaret ediyor. Efes, tarihi boyunca pek çok kez yer değiştirdiğinden Antik Kent’in alanı 8 km’lik bir bölgeyi kapsıyor. Eğer yaz aylarında bölgeyi ziyarete gelecekseniz mutlaka rahat ayakkabılar giymenizi, güneş kremi sürmenizi, şapka ve suyunuzu unutmamanızı tavsiye ediyorum. Özellikle öğle saatlerinde güneş ışınlarının mermerlerden yansımasıyla sıcaklık tehlikeli bir boyuta varabiliyor. Ayrıca Efes, tümüyle mermerden yapılmış ilk antik kent olma özelliğini de taşımaktadır.


Efes Antik Kenti’ne doğru keyifli bir keşif yolculuğuna çıkıyorum. Bir açık hava müzesi olarak kullanılan antik kente giriş kişi başı 30 TL. Benim gibi basın kartı olanlar ve Müze Kart sahipleri içinse girişler ücretsiz. Efes Antik Kenti daha önce de belirttiğim gibi oldukça geniş bir alana yayılmış. İzmir ilçeleri gezimin ilk gününün neredeyse tamamını burada geçiriyorum. 



Antik Kent’te pek çok tarihi kalıntı bulunuyor. Bunların tamamına değinmek güç olsa da benim en çok aklımda kalan tarihi kalıntılardan biri Antik Tiyatro oldu. Efes Antik Kenti’nin hemen girişinde bulunan ve Büyük Tiyatro adı da verilen bölgede zamanında meşhur gladyatör gösterileri yapılıyormuş. Bir kısmı yıkılmış olan tiyatronun 24 bin kişilik olduğu da belirtiliyor. Celsius Kütüphanesi ise Antik Kent’teki bir diğer muhteşem yapı. Anlatılana göre Roma dönemi yapılarının en güzellerinden birisi olan yapı hem kütüphane, hem de mezar anıtı görevini üstlenmiş. 106 yılında Efes valisi olan Celsius ölünce, oğlu da kütüphaneyi babasının adına mezar anıtı olarak yaptırmış. Kütüphanede yer alan kitap ruloları ise duvarlardaki nişlerde saklanıyormuş.




Birbirinden ilginç hikâyeler
Efes’in en uzun caddesi olarak bilinen Liman Caddesi ise 600 metrelik bir alanı kaplıyor. Bu cadde Büyük Tiyatro’dan Antik Liman’a kadar uzanıyor ve cadde üzerinde kentin Hristiyanlık döneminde yapılmış çeşitli anıtlar bulunuyor. M.Ö liman olarak kullanılan ve adını da buradan alan caddenin ise şimdi tamamen bir kara parçasından ibaret olduğunu görmek de Efes Antik Kentinin beni oldukça şaşırtan bir diğer özelliğiydi. Efes Antik Kenti’nde hemen hemen her tarihi yapının bizleri şaşırtan bir hikâyesi var. Aralarından en ilginç hikâyeye sahip olanlardan biri de hamam ve tuvaletler. Hamam ve Umumi Tuvalet, Romalıların en önemli sosyal yapılarındandır. Soğuk, ılık ve sıcak kısımları olan bu yapılar Bizans döneminde ise tamir görmüştür. Ortasında havuz olan umumi tuvalet yapısı, M.Ö aynı zamanda toplanma yeri olarak da kullanılmıştır. Tuvaletler kadın ve erkekler tarafından birlikte kullanılmış ve dönemin eski insanları tarihte ilk denilebilecek şarkılarını bu tuvaletlerde söylemişler.


Efes Antik Kenti dışında, ancak yine Selçuk içerisinde yer alan diğer tarihi yerlerin en dikkat çekenleri ise Artemis Tapınağı, Meryem Ana Evi ve Yedi Uyurlar’dır.

Dünyanın yedi harikası: Artemis Tapınağı
Dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen Artemis Tapınağı, antik dünyanın mermerden inşa edilmiş ilk tapınağı olup temelleri MÖ 7. yüzyıla kadar gitmektedir. Tanrıça Artemis'e ithafen Lidya kralı Croesus tarafından yaptırılan yapı, dönemin en büyük heykeltıraşları tarafından yapılmış olan bronz heykellerle süslenmiştir. Tapınak hem bir pazaryeri, hem de bir dini müessese olarak kullanılıyormuş. Artemis Tapınağı MÖ 21 Temmuz 356'da adını ölümsüzleştirmek isteyen Herostratus adlı bir Yunan tarafından yakılmış. Bu sebeple tapınaktan günümüze sadece birkaç mermer blok kalmış.

Meryem Ana Evi ise Bülbüldağı’nda yer alıyor. Meryem Ana Evi, İsa’nın annesi Meryem'in son yıllarını geçirdiğine inanılan kilise olarak karşımıza çıkıyor. Bu ev, Hristiyanlar için bir nevi hac yeridir ve tarih boyunca bazı papalar tarafından da ziyaret edilmiştir. Kimi kesimlerce Meryem Ana’nın burada öldüğüne ve mezarının da Bülbüldağı'nda olduğuna inanılıyor. Meryem Ana Evi'nin hemen alt kısmında da ziyaretçilerin dilek ve isteklerini kağıt ve peçetelere yazarak astıkları bir duvar bulunuyor. Yine dileyen ziyaretçiler Meryem Ana'nın evinden aldıkları mumları yakarak hemen evin dışında yer alan ve içinde kum bulunan cam fanuslara dilek dileyerek bırakabiliyorlar.


Yine bir efsane: Yedi Uyurlar
Bizans döneminde mezar kilisesi haline getirilmiş olan Yedi Uyurlar, diğer adıyla ise Ashab-ı Kehf, Geç Roma zamanında putperestlerin zulmünden kaçan yedi Hristiyan gencin sığındıkları rivayet edilen mağara olarak biliniyor. Yedi Uyurlar’a çıkmak için yolların dar ve alanın korunuyor olması sebebiyle kendi aracınızı kullanmanız mümkün değil. Yedi Uyurlar tepesine çıkabilmeniz için ya yürümeniz ya da hemen alanın girişinde bulunan at arabalarını tercih etmeniz gerekiyor. Dünya üzerinde ilgili mağaranın kendi sınırları içinde olduğunu iddia eden 33 kent olmasına karşın, Hristiyan kaynaklarının çoğuna göre doğru kent Hristiyanlarca kutsal sayılan Efes'tir. 
Efes'teki bu mağaranın üstüne bir kilise yapılmış ve sonraki dönemlerde yapılan kazılarda hem bu kilise hem de 5 ve 6. yüzyıla ait olan mezarlar bulunmuş. Yedi Uyurlar'a ithaf edilmiş yazıtlar ise hem mezarlarda hem de kilise duvarlarında yer almaktadır. Yedi Uyurlar’a girebilmek için girişte 5 TL gibi ufak bir ücret ödemeniz gerekiyor. Bölgenin sorumlusu bana içerideki gezimde eşlik ediyor, Yedi Uyurlar Mağarası’nı ise elimizdeki fenerler sayesinde daha net bir şekilde keşfediyoruz. Yedi Uyurlar Tepesi’nin altında oldukça şık dizayn edilmiş doğayla iç içe bir kahve var. Tepe’ye çıkarken ve mağarayı gezerkenki yorgunluğunuzu da geri dönüşte bu kahvede bir çay içerek atabilirsiniz.


Şirince’nin şirin evleri

Adı efsanelere sık sık konu olan ve kıyametin uğramayacağı yer olarak adlandırılan Şirince, aynı ismi gibi son derece şirin küçük bir köy. Köyün bu denli gelişmiş olması sebebiyle de bölgede çok sayıda turiste rastlamanız mümkün. Muhteşem doğası, zeytin ağaçları, üzüm bağları ve elbette şaraplarıyla ünlü olan bu köy, size adeta huzuru vadediyor. Rum mimarisine uygun biçimde yapılmış evler ise Şirince denildiğinde ilk akla gelenlerden biri oluyor.




Midenize bayram yaptıracak bir köy

Tüm ege insanı gibi içten ve samimi olan Şirince halkı, köydeki gezimde de bana yardımcı oluyor. Hemen hemen bütün yolların yine köy meydanına çıkması sebebiyle isteseniz de Şirince’de yolunuzu kaybetmeniz pek mümkün değil. Köyü tepeden gören bir restoranta çıkıyor ve garsonların da tavsiyeleriyle Şirince’ye özgü çeşitli şarapların tadına bakıyorum. Karar kıldığım bir şarabı yudumlarken diğer taraftan da insana kalemle çizilmiş hissi uyandıran Rus evlerini ve onları tamamlayan zeytin ağaçlarını seyre dalıyorum. Kısa bir molanın ardından köy meydanına iniyor ve çarşıyı geziyorum. Köy halkının el emeklerinin satıldığı meydanda en çok dikkatimi çeken çeşitli reçeller oluyor. Küçük kavanozlarda rengârenk satılan reçellerden tadıyorum. Köşedeki köy kahvesinde kumda pişirilmiş Türk kahvesi içiyor, köyün kadınlarının hazırladığı gözlemelerden yiyor ve Şirince’deki şahane turumu mide bayramımla tamamlıyorum.





Masalımsı bir yerleşim yeri: Urla
İzmir’in şahane ilçelerinden biri olan ve doğa ile denizin tarihle kucaklaştığı masalımsı bir yerleşim yeri olarak tanımlanan Urla, eşsiz güzellikleriyle kendini asla mahcup etmiyor. İlçe merkezi biraz atıl durumda kalmış ve çok sayıda binaya ev sahipliği yapıyor olsa da kıyı şeridi ve tertemiz denizi ile gönlünüzü yeniden kazanmayı başarıyor. Urla’da yol boyu uzanan zeytin bahçelerine ve ilçe halkının sık sık yaptığını öğrendiğim bir hamur işi çeşidi olan katmerlerin mis gibi kokularına tanık oluyorsunuz. Karantina ve Yassıca Adası ‘nın da yer aldığı ve yolumun üzerinde bulunan Urla’ya kısa bir mola vermek için uğruyor ve daha önceden ismini duyarak defterime not ettiğim Çeşmealtı’nda bulunan Güvendik Tepesi’ne çıkıyorum. Yollarda yeterli bilgi olmaması sebebiyle tepenin yolunu bulmanız biraz zor ve zahmetli olsa da ulaştığınızda karşılaştığınız manzara size yolculuğun tüm zahmetini unutturacak cinsten oluyor. Tepede biraz şiddetli esen rüzgâr size pek rahat vermese de, Güvendik Tepesi’nde bulunan restorantta manzara eşliğinde keyifli bir biçimde kahvenizi yudumlayabilirsiniz.





Tertemiz denizi ile Çeşme

Çeşme’de tarihe dokunmak isteyenler ilçe merkezinde yer alan Çeşme Kalesi’ni görebilir ve kale içinde yer alan Çeşme Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret edebilirler. Erythrai Antik Kenti de, Çeşme’de bulunan bir diğer tarihi bölge. Çeşme’de denize girmek isteyenler için ise genellikle iki seçenek yani Ilıca Plajı ve Aya Yorgi Koyu öne çıkıyor. Ben denize girmek için Aya Yorgi Koyu’nda bulunan beach clublardan birini tercih ediyorum. Daha sonra Çeşme’de son derece popüler olduğunu öğrendiğim bu beach clublarda hafta sonu denize girebilmek için en az birkaç gün önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyormuş. Clubların girişi ise ücretli. Benim tercih ettiğim bölgenin girişi 30 TL idi. Ödediğiniz ücret tüm günü kapsıyor ancak giriş dışında içeride size herhangi bir ekstra hizmet sunulmuyor. Ayrıca belirtmeliyim ki, Çeşme’nin koyları ve denizi tertemiz ancak denizin suyu bir hayli soğuk.






Rengârenk bir dünya: Alaçatı

Adını çok kereler duyduğum, gitmeyi çok istediğim ancak nihayetine bir türlü kavuşturamadığım bir yerdi Alaçatı. Gittiğimde ise bu kadar geç kaldığım için kendime kızdım durdum. Eğer sessizlikle karmaşayı bir arada sevenlerdenseniz, hem doğanın huzurlu dinlendiriciliğinden hem de eğlencenin dinamikliğinden vazgeçemiyorsanız, renklere bayılıyor ve kendinizi ağız tadına düşkün biri olarak tanımlıyorsanız Alaçatı kesinlikle size göre diyebilirim. Dar ve cıvıl cıvıl sokakları, rengârenk evleri ve bu evleri kaplamış çiçekleri, güler yüzlü esnafı ve halkı, birbirinden lezzetli yemekleri, sayısız ve şık cafe ve restorantları ile Alaçatı insana kendini harikalar diyarında hissettiren bir yer olarak karşımıza çıkıyor.







Alaçatı’nın dar sokaklarında yer alan taş binaların arasında dolaşırken hem evlerin zevkli dekorasyonları hem de her biri farklı biçimde düzenlenmiş cafeler dikkatimi çekiyor. Birçok cafe ve dükkânda çeşitli süs eşyaları satılıyor, antika eşyaların yer aldığı dükkânlar da Alaçatı’da son derece revaçta. Satılan eşyalar öylesine özenle seçilmiş ve zevkli parçalar ki dükkânların küçücük olmasına rağmen içerisinde geçirdiğiniz vakit saatleri bulabiliyor. Alaçatı’nın yemekleri de tüm Ege’de olduğu gibi oldukça lezzetli. Alaçatı’yı farklı kılan özelliklerden biri de, yemeğinizi yerken bir diğer restoranttaki müşterilerle yahut sokakta yürüyen insanlarla neredeyse birlikteymiş gibi hissediyor oluşunuz. Son olarak gündüzü ayrı, gecesi ayrı keyifli bir köy olan Alaçatı için, hem eğlenmek hem de dinlenmek isteyenler için biçilmiş kaftan bir tatil mekânı diyebiliriz.  







9 Nisan 2015 Perşembe

Doğa ve tarihin eşsiz buluşması: Kapadokya




Kapadokya eski ve diğer adıyla Güzel Atlar Ülkesi… Bölgenin şüphesi ki en dikkat çeken yanı, ilginç doğal yapısı. Peri Bacaları olarak adlandırılan bu yapılar, Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü tüflerin milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgâr tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkmış ve bizlere şimdilerde bu şahane yerde keşifler yapma imkânı sunmuş.



Konaklama üzerine

Kapadokya’da 2 gün konaklıyorum. Ürgüp ve Göreme’de hem tarihi ve doğal yapıları hem de bölge çarşısını geziyorum. Benim çarşı olarak bahsettiğim, bölgede ise Avcılar ismiyle bilinen Göreme Kasabası’nda konaklamak isteyenler için hem oteller hem de peri bacalarından oluşan evler yer alıyor. Otellerde yer bulmanız çok zor değil ancak Peri Bacalarında konaklamak istiyorsanız hem yer bulmanız zorlaşıyor hem de maliyetiniz bir miktar artıyor. Peri Bacaları bazı bölgelerde yoğunluk gösterse de, gerek Ürgüp’te gerekse Göreme’de kafanızı çevirdiğiniz her bölgede bu şahane yapılara rastlamanız olası. Kapadokya, tarihi ve doğal yapıları sayesinde birçok turisti ağırlıyor. Zaman zaman bölgedeki Japon turistlerin sayısı ise tüm diğer gezicilerin sayısını geçebiliyor.





Hititlere uzanan tarih

İnsan yerleşimi Paleolitik döneme kadar uzanan bu bölge başta Hititler olmak üzere ardından pek çok Hristiyan ulusuna ev sahipliği yapmış. Bölgede gezerken bacaların içine yapılmış pek çok evi de görebiliyorsunuz. Bacaların içine oyulmuş ev, kilise ve mezar gibi alanların çeşitli özellikleri ve hikâyeleri ise gerek tur rehberleri gerekse bölgede yer alan tanıtım yazılarıyla açık bir şekilde anlatılmış. Hem Ürgüp’te hem de Göreme’de sayısı onlarca kilise ve yeraltı şehirleri bulunuyor. Turla gittiğinizde tüm bu kilise ve yer altı şehirlerini gezmeniz mümkün değil. Ancak bireysel olarak kendi aracınızla giderseniz 3 gün içinde dilediğiniz ölçüde tüm bu tarihi mekânları gezebilirsiniz. Ünlü Ihlara Vadisi de Nevşehir-Ankara asfaltı 58.km üzerinde yer alıyor.




Göreme’de yer alan Açıkhava Müzesi ise adeta tüm bu tarihi mekânların birer örneklerinin bir araya gelmiş şekli. Müze içinde giriş itibariyle sırası ile Yemekhane, Yılanlı Kilise, Karanlık Kilise, Aziz Besil Şapeli, Elmalı Kilise, Çarıklı Kilise, Aziz Barbara Şapeli, Tokalı Kilise ve Kızlar Manastırı yer alıyor.






36 Yeraltı Şehri

Bölgede tam sayısı 36 olarak açıklanan her biri bir hayli büyük Yeraltı Şehri bulunuyor. Bölge halkının tavsiyesi üzerine ben Kaymaklı Yeraltı Şehri’ne gidiyorum. Yeraltı Şehri’nin büyük ve karışık olması sebebiyle ilerlemek için kırmızı, çıkış için ise mavi okları takip ediyorsunuz. İlerlediğiniz alan oldukça dar ve küçük. Alanın büyük çoğunluğunu eğilerek ilerlemek zorundasınız ve ortalama 1 saat Yeraltı Şehri’nde kalıyorsunuz. Boy ve kilonuz yüksek ise Kaymaklı Yeraltı Şehri’ne girmenizi önermiyorum. Yeraltı Şehirleri basit olarak Oda, Koridor, Taş Kapı, Kanal, Havalandırma, Yiyecek Depoları, Su Depoları, Şarap Mahzenleri ve Kiliselerden oluşuyor. Kaymaklı Yeraltı Şehri ortalama 20 metre derinlikte bulunuyor. Kaymaklı’nın en çok dikkat çeken yapısı ise taş kapıları. Bu taş kapılar tüm yeraltı şehirlerinde bulunuyor. Tünellere yerleştirilmiş kapılar yalnızca iç kısımlarından açılıp kapanabiliyor. Taş kapıların kalınlıklarının 60 cm, boylarının 170 cm, ağırlıklarının ise ortalama 500 kg oluşu gezi boyunca beni oldukça şaşırtan başka bir nokta olarak karşıma çıkıyor.



Eşsiz bir deneyim: Balon turu

Kapadokya deyince, Peri Bacaları haricinde akla gelen bir diğer şey ise şüphesiz ki balonlar. Devasa büyüklükteki bu balonlar ziyaretçilerine eşsiz deneyimler sunuyor. Eğer bölgeye herhangi bir tur şirketi ile gelmediyseniz, balon turlarına katılabilmek için bir gün önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Ve bölgeye gittiğiniz 2-3 günlük dönemde balon turu yapabilmeniz için de biraz şanslı olmanız gerekiyor. Bunun sebebi ise balonların havalanması için doğru rüzgâr şartı aranması. Eğer o gün doğru rüzgar yoksa, balonlar havalanmıyor.




Benim balon deneyimim ise sabah saat 5’te otelime gelen tur arabasıyla başlıyor. Çoğunluğunu Japonların oluşturduğu 12 kişilik bir grupla havalanacağımız balonun olduğu alana geliyoruz. Balonumuzun şişirilmesi ise saatler süren yorucu bir işlemin ardından gerçekleşiyor. Bir balonun şişirilmesinde büyük hava araçları ve ortalama 5 kişinin emeği kullanılıyor. Balonun uçuşa hazır hale gelmesi için harcanan emeğe şahit olduğunuzda balon turlarının fiyatlarının neden bu kadar fazla olduğunu da biraz olsun anlayabiliyorsunuz. Benim tura katıldığım şirketin uçuş fiyatları yabancı turistler için kişi başı 150 Euro, yerli turistler için ise yine kişi başı 150 TL idi.





Balon yolculuğumuz 2 saat civarı sürüyor. Uçuş boyunca kaptanımız bizlere hem Türkçe hem de İngilizce olarak hem uçuş hem de bölge ile alakalı bilgiler veriyor. Gezmeyi, doğayı ve yeni şeyler keşfetmeyi seven herkesin mutlaka yaşaması gereken bir deneyim olarak tanımlayabileceğim balon uçuşu ile daha önce karadan görme imkânı bulduğunuz her yeri bir de havadan keşfediyorsunuz. Balonların ortalama 10 kişi ile kalktığı düşünüldüğünde havada biraz sıkışık seyahat etmek zorunda kalıyor olsanız bile, gördüğünüz manzaraların güzelliği size bu olumsuz ortamı da şüphesiz ki unutturuyor.









Balonun tekrar yere indirilmesi ise en az havalanması kadar zahmetli bir iş. Balon yere birkaç kez yaklaşıyor ve tekrar havalanıyor. Bu süreçte karadan bir araç sürekli bizi takip ediyor. Bunun sebebinin ise aslında balonların ineceği yerlerin belli olmaması olduğunu sonradan öğreniyorum. Balon aşağı yaklaştığında rüzgâr şiddetine göre ineceğimiz yere kendi karar veriyor. Yine 5 kişilik bir ekip bizi havadayken, karada bulunan bir araca bağlıyor ve hep beraber halatlara asılarak aşağı çekiyor. Genelde inişlerin sert olduğunu bildiğimden biraz telaşlanıyorum ancak şansımıza biz yumuşak bir iniş yaparak, görevlilerin yardımıyla karaya ayak basıyoruz. İndiğimizde ise kaptanımız bizim için şampanya patlatıyor ve biz ikramlarımızın tadına bakarken uçuş sertifikalarımızı dağıtıyorlar.